Nâzım Hikmet’i düşünüyorum…
Sesleniyor âdeta uzak bir yerden:
“Benim akıllı doktorum, insaf edin,
nasıl öfkelenmem düşündükçe memleketimi?
çırpınıyor ayakları altında bir avuç hergelenin.”
Öfkeleniyorum ben de…
Tüm bu yaşanan yozlaşma, çürüme, suskunluk, nemelâzımcılık, vazgeçmişlik, teslim olmuşluk…
Oysa susulacak tek zaman, sevdiğin insanı üzmemek, kırmamak istediğin zamandır; teslim olmak, sadece yıllardır beklediğin insanı bulduğunda önemlidir…
Korkunun ağulu okları tokmaklıyor sanki kapımızı…
‘Herkes kendini kurtarsın’ köhneliğinin zehri damarlarımızda akıyor…
‘Çatışmaya mı hasretiz?’ diye sorguluyoruz kendimizi, çatışmanın tek ve kaçınılmaz yol olduğunu bildiğimiz halde…
Ve ‘kurtarıcı’ bekliyoruz, bizi bu kokuşmuşluk labirentinden tutup çıkaracak – kutsal kitaplarda anlatılan fantastik yöntemlerle.
Küstah ve ucuz kasaba politikacılarından medet umuyor kimimiz; kimimiz ‘Sal suya nasılsa bir şey değişmeyecek. Eşek uçar mı? Uçar, de geç’ diyerek şarklı kurnazlığıyla günü idare etmeye çalışıyor.
Ortada bir Korku İmparatorluğu var oysa.
Gönüllerin sustuğu, vicdanın yok olduğu, insanî değerlerin yittiği…
Herkes yanındakinden şüpheleniyor… herkes kısık sesle söylüyor içinden geçenleri…
Sevgiler, aşklar kirleniyor; aşkın adı ve kutsallığı kirleniyor tek gecelik hevesler için.
Kimse kimseye güvenmiyor, kimse kimsenin yardımına koşmuyor, kimse ‘yaralı parmağa işemiyor’.
Bozguna uğramış ordular gibiyiz 18 yıldır; herkes yaşam derdinde, geçim derdinde. Onurunu koruma derdinde olanların sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor.
Gocuklu celep kaldırıyor sopasını, sürüye katılıyor 40 yılın solcuları, devrimcileri, insan hakları aktivistleri, demokratları.
Sürüye katılmayı reddedenler cezalandırılıyor, mahkemelerde süründülüyor, ötekileştiriliyor, yanlızlaştılıyor… kendini ıspanaktan da ucuza satan şarlatanların direktifleriyle.
Hayatında okuduğu tek kitap Kur’an-ı Kerim olan, ama onu da anlamamış badem bıyıklı, takunyalı ‘âlim’i memleketin başına sömürge valisi olarak dikmişler; kendisinin elini öpmeyen, ‘hayır dûası’nı almayan nefes alamıyor memlekette.
Makam sahibi olmak için kim daha alçak olacak yarışı var: Liberal geçinenlerle solcu geçinenler birbirlerine âdeta ‘kılıç çekiyorlar’ bu konuda.
Komplo teorilerine hayatlarını adamış cahiller sürüsü salyalarını akıtarak höykürüyor; memleketin iyiliği için önerisi olabilecek aydınlar korkuyor, siniyor, susuyor.
İki devletin mengenesinde ‘kıyma’ yapılıyor koskoca bir toplum… Ve o toplumun aydın geçinenleri sadece bakıyorlar: Bakıyor ama görmüyorlar veya görmek istemiyorlar.
Kimse ne suçunu ne sorumluluğunu üstlenmek istemiyor. Şeytandan kaçar gibi kaçıyor herkes özeleştiri yapmaktan.
‘Bir şey yapmalı’ diyenler hep aynı cevapla susturuluyor: Zamanı değil!
Bir bir düşerken yapraklar takvimlerden, ağarmaya başlamış saçlarımız, sakallarımız aynada bizlere tehlike çanları çalıyor: Ömrün bu Korku İmparatorluğu’nda çürüyor, geleceğin belirsizlik içerisinde, hâlâ susacak mısın?
İşte o anda bir sancı oluşuyor sol kolumuzda, acemi kolumuzda, eksik kolumuzda. Ve içimizden tek geçirdiğimiz düşünce şu oluyor: Umarım kalp krizi değildir!
‘Bu memleket bizim’ diye haykırarak bir yumruk atmak geliyor içimden aynaya; yüzümü soğuk sularla yıkayıp temiz bir gömlek giymek. Dolaşmak kapı kapı, insan aramak çağdaş bir Diyojen gibi, bu karanlıktan çıkmamız için benimle dövüşecek insanlar aramak.
Vaktidir kıvılcımı çakmanın. Silkinmenin vaktidir. Çok geç olmadan…
Mustafa Çolakali
Azınlıkça'yı Google Haberlerde takip et
Azınlıkça'yı Facebook'ta takip et
Azınlıkça'yı Twitter'da takip et