Nadastayım bir süredir…
Hatta bu süre öylesine uzadı ki, rahmetli İbram agam ‘fırça’ çekmişti.
Yazmak gelmiyor içimden. Günde 12 saat çalışıyor ve geri kalan kısmında bana gerçekten inanan ve beni gerçekten seven insanlara vakit ayırıyor olmamın da bunda payı var, belki…
Belki sadece tembellik benimkisi, ama kesinlikle kavgadan kaçma, ‘belâ benden uzak dursun’ düşüncesi değil.
Ruh sağlığımı korumam için bunu yapmam gerektiğine inanıyorum sadece.
Yoksa bu kokuşmuşluk karşısında sinen, susan, kabuğuna çekilenleri görüp de öfkelenmiyorum değil.
Derin nefes alıyorum bol bol… Ve ağır ağır veriyorum nefesi.
İnsanların ne yediğinden ne içtiğine, ne giydiğine, kiminle arkadaşlık ettiğine vurgu yaparak onları küçük düşürmeye çalışan ‘sivri zekâlı’ siyasîlerin vıcık vıcıklığına bakıp iğreniyorum.
Ben 32 yıllık ömrümde hiçkimseyi (fikrini bana dayatmaya kalkmadığı veya faşist olmadığı müddetçe) inançlarından, görüşlerinden, tercihlerinden dolayı yargılamadım.
Toplumun kendisine dayatılmış ve kutsal kitap ayeti gibi benimsediği kalıpların dışında olan insanlarla hep dayanıştım, hep onların yanında olmaya çalıştım.
‘Orospu’ diyerek dışlanan seks işçileriydi benim arkadaşlarım, ‘puşt’ diye, ‘ibne’ diye dışlanan eşcinsellerdi, ‘travesti’ diye hor görülen trans bireylerdi, ‘esrarkeş’ diye dışlanan madde kullanıcılarıydı, küçümsenen alkol bağımlılarıydı, küfredilen ‘hapçı’lar…
16 yaşımdan beri Tanrı’yla yollarımı ayırmış olmama rağmen inançlı insanların haklarını savundum hep, onların hakkını savunduğum için mahkemelerde yargılandım, teşekkürleri ‘Sen mübarek Cuma gecesi içki içerek dinle alay ediyorsun’ diye saldırmak oldu (var olsunlar, kırıldım, ama unuttum!).
Dünyanın neresinde ezilen insanlar varsa hep onlar için çarptı kalbim: İster Filistin’de olsun, ister Çin’de, ister Kürdistan’da.
Devletlerin ağızlarından hep tiksindim, nerede biri ‘terörist’ ilân edilmişse onun haklı olduğundan kesin emin olup yanında durdum.
Ülkeyi nazizm tehdidine karşı savunurken ve faşist saldırılarda kanımı akıtırken de başım dikti, uydurma iddianamelere karşı mahkeme koridorlarında azınlığı ve basın özgürlüğünü savunurken de.
Bir köpeğin başını okşarken, bir kediyi omzuma alırken duyduğum mutluluğu, yardım eli isteyen genç insanlara elimi uzattıktan sonra onların başarılarını gördüğümde hissettim; gurur duydum onlarla.
Kötü davrandığım, kalbini kırdığım insanlar, özellikle de kadınlar konusunda kendimi hiçbir zaman affetmedim, affetmem de mümkün değil. Ama hiçbir zaman kimseye ait olamama huyumdan da bir türlü vazgeçemedim: Şimdi, bu yaşta, ilk defa bunu deneyeceğim…
Beşiktaş’ı ve Atiba’yı diğer şeylerden daha çok sevdim; limon, rakı ve kitaplara da sevgim altta kalmaz pek.
Kolumda dövmesini taşıdığım Nâzım Baba’nın en azından tembel ve huysuz bir öğrencisi olabilmek için çabaladım ömrüm boyunca. Hâlâ olabildiğimi düşünmüyorum.
Çeşitli ödüller verdiler, bir kısmını ise reddettim. Aldırmadım beni safına çekmek isteyenlerin övgülerine de, küfürlerine de, güldüm geçtim. Parayla pulla da hiçbir zaman işim olmadı.
Ekmeğimi kazanmak için gazetecilik de yaptım, temizlik işçiliği de, sekreterlik de, Hollanda’da fabrika işçiliği de, demircilik de.
İnsanın bir değerler manzumesi olması gerektiğine yürekten inandım, istediğimce olamadığım için kendime kızdım çoğu zaman. Memlekette bunu başarabilen tek insanı tanıdım, yoldaşlığını ettim, kavgasına ortak oldum ve kavgasını sürdürmeye söz verdim (sözüm sözdür İbram aga!).
Tüm bunlar sonrasında –itiraf etmek belki çok zor– ama ‘yılgınlık’ yedim. Kızdım. Öfkelendim. İnzivaya çekildim. Ve bir süredir nadastayım.
Şimdi şafağı bekliyorum. Tahriklere, şerefsizliklere aldırmadan. İnsanımın yavaş yavaş ellerini toprağa basarak doğrulacağını biliyorum.
Akan bütün suların denize kavuştuğu gibi, insanlarım da doğrulup kendine gelecek, yine kavuşacağız.
Ama kesin olarak inandığım bir başka şey de şu: Ben o günü göremesem de, asla beni kendilerine benzetemeyecekler…
24.05.21, Gümülcine
Mustafa Çolakali
Azınlıkça'yı Google Haberlerde takip et
Azınlıkça'yı Facebook'ta takip et
Azınlıkça'yı Twitter'da takip et