Gazeteci-yazar Mustafa Çolak kısa süre önce vefat eden Gümülcine’nin son Müftüsü Hafız Cemali Meço’nun ölümün ardından bir yazı kaleme aldı.
Çolak’ın Tiken’de “Hafız Abi’yle son sohbet ve yapılamayan röportaj” başlığıyla yer verilen yazısı şöyle:
Gümülcine’nin son resmî Müftüsü Hafız Cemali Meço ile tanışmamız eskilere dayanır. İlkgençlik yıllarımda, Trakya’nın Sesi’nde çalıştığım dönemlerde bir gün abone parası almak üzere Müftülüğe uğradığımda beni görmüş, “Yazılarını okuyorum, çok keskin kalemin var, maşallah” demişti. Şaşırmıştım. Ayaküstü lâflamıştık.
Daha sonraları birkaç kez kısa süreli sohbetler ettiğimiz oldu. Fakat hiçbir zaman yakın olmadık.
Bunun da sebebi, bende o yıllarda gelişmeye başlayan “din adamı alerjim” olsa gerek.
Bir de şu var: Ben Hafız Abi’ye her ne kadar saygıda kusur etmediysem ve onun o bilgece sohbetlerine ve ağırbaşlılığına her daim saygı gösterdiysem de, kendisine hiçbir zaman “Müftü” demedim. Bunda da sanırım “O Yunan’ın müftüsü, bizim müftümüz deği” yönündeki yaygın ve toplum nezdinde derin yer tutmuş propagandanın payı var.
Onun ötesinde, yanılmıyorsam 2013 yılıydı, 240 imam yasasının uygulanmasına “çomak” soktuğu için yargılandığı davada, kendisiyle dayanışmaya gitmiştim. Gerek kendisi, gerekse yanındakiler buna hem çok şaşırmış hem de çok sevinmiştiler. Bir sosyalistin böyle bir meselede kendilerine omuz vermesini beklemiyorlardı anladığım kadarıyla.
*
Hafız Abi’yle son karşılaşmamız ölümünden kısa bir süre önce oldu.
İbram Onsunoğlu ile kahve içecektik, o benden önce randevulaştığımız kafeye varmış (şu randevularıma geç kalma sorunumu bir türlü çözemedim!) orada Hafız Cemali ve yanındakileri görünce onlarla oturmuş. Ben de az sonra vardığımda, beni de masaya davet ettiler, oturdum.
Masada: Hafız Cemali, son İskeçe resmî Müftüsü Mehmet Emin Şinikoğlu, Vakıflar İdaresi Başkanı Selim İsa, gazeteci Aydın Bostancı, Hafız Cemali’nin damadı Hüseyin ağabey, Vakıflar İdaresi’nde çalışan bir genç, İbram Onsunoğlu ve ben.
Deyim yerindeyse, ben Hafız Cemali’yi o gün tanıdım.
Tam karşımda oturuyor, fıkralar anlatıyor, espriler yapıyor, söz azınlık ve din meselelerine gelince ciddileşiyor, bilgeleşiyordu.
*
Benim gazeteci damarım tuttu, Hafız Abi’ye sorular sormaya başladım. Ve işte o an sohbetin rengi değişti.
“Hafız Abi, 30 yılı aşkın süredir Müftülük makamında oturdun. Sevenin de sövenin de çoktur. ‘Yunan’ın Müftüsü’nden tut da daha ağır hakaretlere kadar birçok eleştiriye maruz kaldın. İstifaya davet edildin. Şimdi, bunca yıl sonra, geriye dönüp baktığında pişman olduğun bir şey var mı? Yoksa kendini aklanmış mı hissediyorsun?”
Gülümsedi. Başladı anlatmaya:
“Bana çok hakaretler edildi. Ben aldırmadım. Bir tek Mustafa Bacaksız’ın benim için süreki ‘Miço’ diye yazması bana çok dokundu. Ona çok üzüldüm. Ölmeden önce benden ortak bir tandığımız aracılığıyla helallik istemiş. Ben de dedim ki: Ben affedeyim de… Ben affetsem ne olacak ki! İman etmiş, ‘Müslüman’ım’ diyen bir kişiye ‘Miço’ diyerek, yani onu Hristiyan olmuş gibi göstererek işlenen günahı Allah affeder mi? Sanmıyorum.”
Elektronik sigarasından bir ‘fırt’ aldı ve devam etti:
“Pişmanlık meselesine gelince… Ben 32 yıl İslâm’a ve Azınlığa hizmet ettim. Bu 32 yıl içerisinde bir karış vakıf toprağı kaybedilmemiştir. Bir gün bir yetkili geldi. ‘Sayın Müftüm’ dedi, ‘falanca vakıf malını bize devrettiğinize dair bir imza istiyoruz. Biz de o taşınmazın yerine size Susurköy’de aynı ölçütte bir arazi vereceğiz ve takas gerçekleşecek. Tabii şahsınıza da 4 milyon Drahmi pay vereceğiz’. ‘Ben avukatımla bir görüşeyim, size haber ederim’ dedim. Müftülüğe dönüp Av. Hasan İmamoğlu’nu çağırdım. Dedim ki: ‘Git onlara de ki: Hafız Cemali müftülük makamında oturduğu sürece, bir karış vakıf toprağı alamazsınız’. Hasan gitmiş söylemiş. Üstüne eklemiş de: ‘Bunun için Müftü’yü rahatsız etmenize gerek yoktu. Bana sorsaydınız, vereceği cevabı ben size söylerdim’.”
*
Kahvelerimizden birer yudum aldık. Ben sorularıma devam ettim:
“Ben Müftü’nün ömür boyu görevde kalmasına karşıyım. Sizin de itirazınız sanırım emekli edilmenize değil, bu emekli edilme şekline. Size gelip deselerdi ki: Sizi yaş haddinden dolayı emekli ediyoruz, bize sizin yerinize, bu görevi lâyıkıyla yerine getirecek 3 kişinin ismini verin, biz onlar arasından birini seçelim. Tavrınız ne olurdu?”
Yanılmamıştım.
“Aynen dediğin gibi. İstişare olabilirdi. Ben -şu anda isim vermek istemiyorum- benden sonra bu görevi yürütecek, İslâm’a gerçekten hizmet edebilecek bazı isimleri verebilirdim. Ama burada darbe yapıldı. Ve bana değil, müftülük makamına darbe yapıldı.”
Kendinden sonra o makama lâyık gördüğü isimlerden birinin ismini aldım. Ama burada yazmayacağım…
*
Sohbetimiz uzadı. Ben daha zor ve daha “tahrik edici” sorular sordum. Hafız Abi’nin hoşuna gitti. Bugüne kadar gazetecilerin ya tam yanında ya tam karşısında olmasına alışmış olan Hafız Abi’nin ne yanında ne karşısında olan, olaylara dışardan bakmaya çalışan bir gazetecinin soruları -pek belli etmese de- hoşuna gitti.
Fakat zaman dardı. Hafız Abi, masadan kalkarden devetini sundu: “Sen gel tüm bunları uzun-uzadıya konuşalım. Hatta yaz. Röportaj yapalım. Gazetede mi yazarsın, kitap mı yaparsın sana kalmış”.
*
O gece aklıma Hafız Abi’yle bir nehir-söyleşi yapmak fikri geldi.
Senelerce çevresindekiler ve öğrencileri tarafından bir “yüce insan” olarak görülen, muhalifleri ve Takım tarafından “hain” olarak gösterilen… Ama hep susan, alttan alan, konuşmayan Hafız Abi, bana konuşmayı öneriyordu. Bu fırsat kaçmazdı.
Araya koşuşturmalar ve mahkeme telâşları girdi, bir türlü “elim ermedi”.
Sonra bir gün… Sabaha kadar şiir çevirileriyle uğraşmıştım. Sabah 08:00 sularında uyuyakalmışım. Uyandığımda saat 15:30’du ve Hafız Cemali’nin yaşamını yitirdiğini, hatta toprağa verildiğini okudum.
Böylece, Hafız Abi, bedeniyle birlikte, belki de bana söyleyeceği birçok şeyi de toprağın altına götürmüştü…
“Allah rahmet eylesin”…
Azınlıkça'yı Google Haberlerde takip et
Azınlıkça'yı Facebook'ta takip et
Azınlıkça'yı Twitter'da takip et