Emekli Psikiyatrist Dr. İbram Onsunoğlu’nun Tiken’de yer verilen ‘Son müftü’: HAFIZ CEMALİ’NİN ARDINDAN yazı dizisinin 4’üncü bölümü şöyle:
Müftüyü seçimle belirlemek isteriz
Ne mi olmuştu? Yüksek Kurul’u yeniden canlandırarak, Hafız Cemali’nin tayinine onay vermiş kişileri de, hatta hazırlanmakta olan Kara Liste’ye “hain” olarak sokulması kararlaştırılmış kişileri bile toplantıya davet ederek, bu “millî birlik”, daha doğrusu bu sözde azınlıksal birlik gösterisi nereden icap etmişti?
Tayine karşı çıkılırken, “Azınlıktan kimseye danışılmadan, kimsenin onayı alınmadan, hiçbir istişareye başvurulmadan yapıldı” iddiasını başlıca silah olarak kullanmaktan kısa bir süre sonra vazgeçilmişti. Zaten “kısmen” asılsız bir iddiaydı bu. Çok daha ikna edici bir argüman bulunmuştu, artık bunu bayrak yapacaktık. Müftülerin göreve getirilişini belirleyen 2345/1920 sayı ve tarihli yasaya nihayet bir göz atılmış olmalı ki, orada müftülerin bölge (vilayet) Müslüman toplumu tarafından genel oylamayla seçileceğinin hükme bağlandığı tespit edilmiş ve artık seçim talep edilmeye başlamıştı. Yeni keşif (!). Takım’ın hayal gücünün alamayacağı ve gözünün içine girse bile varlığına inanamayacağı kadar demokratik bir yöntem. Onun için besbelli kimsenin belleğinde yer etmemiş.
Bu iğnelemeyi niye yapıyorum biliyor musunuz? Bizim Takım öyle bir eğitim, kültür ve ideolojiden geliyordu ki, hep oyun-hile ve “puştluklara” alışmış olarak demokrasi ve demokratik kurallar ve genel olarak dürüstlük karşısında aklı kısa devreye uğruyor, ayakları birbirine dolaşıyordu.
Gerçi genel oylama öngören bu hüküm şimdiye dek hiç uygulanmamıştı, 35 yıl önce iki müftü de seçimle değil, istişare ile belirlenmişti. Onun için hüküm unutulmuş gibiydi, ama hâlâ yürürlükteydi. İlk kez uygulanması için bir fırsattı. 1920’lerden kalma bu yasa pek demokratik idi, ama Yönetim Azınlığa karşı diktatörce ve ırkçı davranışın her çeşidini kullanmakta kararlı görünüyordu. Herhalükârda artık “Müftüyü belirlemek için seçim isteriz” demeye başlamıştık. Bu talebe kimse karşı çıkamazdı tabiî, Hafız Cemali’nin tayinine onay verenler bile, hatta Hafız Cemali’nin kendisi bile. Ancak Takım için her şeyden önce Hafız Cemali derhal naiplikten istifa etmeliydi ve bu yönde sürekli bastırıyordu. Onun yerine Takım’ın (=Koca Kapı’nın) favorilerinden biri, örneğin 1 numaralısı İbrahim Şerif, tayin edilmiş olsaydı, hiç ses çıkarılmayacaktı. Böyle olacağını herkes biliyor, ama kimse itiraf etmiyordu. Hafız Cemali, onlarca neden yüzünden Takım’ın favorisi olamazdı. Bunu da herkes biliyor, en başta Hafız Cemali’nin kendisi biliyordu. Ağzıyla kuş tutsa, Koca Kapı’nın gözdesi olamazdı. O da, “Seçim yapılması kararlaştırılır kararlaştırılmaz istifa edip ben de aday olacağım.” diye ilan etmişti.
Bir önceki Yüksek Kurul toplantısında oluşturulan heyet Kozlukepir’e hemen aynı gece gidip Azınlık adına Hafız Cemali’den istifa etmesini talep etmiş. Bu arada Hafız Cemali’nin evi polis tarafından korunuyor, heyet eve onun müsaadesiyle girebiliyor. Sonra, bizim güdümlü basın, bu olayı kullanarak “Yunan’ın müftüsünü Yunan polisi koruyor” gibi sözlerle çamur atmaya çalışıyor. Sanki korumaya Türk polisi gelmiş te Hafız Cemali kabul etmemiş (!!), ne diyesin.
Dönüşte heyet üyeleri yolda polisin engellemesine maruz kalmış. Hatta bunlardan Mehmet Emin Aga’yı gözaltına almışlar, koca gece karakolda tutmuşlar, sabahleyin salıvermişler. Benim katıldığım sonraki toplantıda ilk gündem maddesi olarak polisin bu korkutma çabası ve özel olarak Aga’ya yapılan muamele kınandı. Bir konuşmacı olayı Ana Vatan’a şikayet edelim dedi. Bir diğeri, Lozan’da imzası bulunan ülkelere dedi. Bir diğeri Amerika dedi. Bir diğeri Avrupa Birliği ülkelerini hatırlattı. Söz sırası Celal Zeybek’e geldiğinde ona şikayet edilecek bir makam kalmamıştı. Celal, Takım’ın nasıl işlediğini ve Azınlığı nasıl işlettiğini kavramış olarak, benim de sık sık başvurduğum bir taktikle konuştu. Dalga geçtiğini hiç hissettirmeden gayet ciddi bir tavırla ve sözde kutsal bir öfkeyle Mehmet Emin Aga’nın gözaltına alınışını onun gözüne baka baka Birleşmiş Milletler’e şikayet etmemizi öneriyordu. Ben kahkahayı basmaktan kendimi zor alıkoyuyorum. Takım, bir tiyatro grubuydu, o zaman da öyleydi, şimdi de öyle. At atabildiğin kadar. Ne kadar atıp tutarsan o kadar makbule geçiyordu.
Toplantıdan sonra gece geç vakit Gümülcine’ye 3-4 arabalık konvoy halinde dönüyoruz. Öndeki araba, benim de içinde olduğum Mehmet Müftüoğlu’nun arabası. Porto Lagos’tan hemen sonra Boru Gölü üzerindeki küçük köprüye yaklaşmıştık ki yolumuzu çakarlı polis arabaları kesti. Gece karanlıkta yanıp sönen ışıklar, el fenerleri, “Durun bakalım!”. Polisler tam bize çile çektirmeye başlamışlardı, ben de “zevk almaya” başlamıştım ki, Şapçılı agama onlara mebus olduğunu söyleme uyarısını yaptım, bakalım nasıl ve ne kadar eziyet edeceklerdi, ama çok dayanamadı, sıfatını söyleyiverdi. Saldılar. Az sonra bizi takip eden diğer arabaları da.
Celal Zeybek, 1977-81 yıllarında İskeçe YD milletvekili, Takım’ın varlığını ve işleyiş biçimini ilk keşfeden kişilerdendir. Takım’ı tarif için bir benzetme yapardı, kendisinden defalarca dinlemişimdir. “Onların hepsi aynı kaba osuruyor. Sonra o kabı elden ele dolaştırıp, içeriğini enfiye çeker gibi kokluyorlar. Ooh, ne güzel kokuyor diyerek.” Takım’ın sınır tanımaz amoralizmini kınarken arkasında Koca Kapı’nın bulunduğunu görmemiştir, görmek istememiştir. Görse, dünyası altüst olacak ve depresyona girecekti.
Şahin kökenli iki sülaleden Zeybekler yenilikçiliğin ve Kemalizmin bayraktarlığını yaparken, Agalar sülalesi muhafazakârlığın ve İslamcılığın bayraktarıydı, hatta daha da olumsuzu. Aralarında uzun yıllar korkunç çelişkiler ve kavga. Zeybek, Mehmet Emin Aga’nın “millî takıma” transfer oluşundaki samimiyete hiçbir zaman inanmamıştır, ondan hep yeni bir “ihanet” beklentisi içindeydi. Celal’in kendine göre dayanakları vardı, ama haklıydı demiyorum. Zira benim elimde kanıt yok ve kimseye emin olmadan suç yüklemek istemem. Böylesi, tiksindiğim ve savaştığım bir Derin Devlet taktiğidir.
Akademik kariyerinin ilk adımlarını bizim Azınlık konusundaki çalışmalarına dayatmış olan Angelos Sirigos’un bu yakında müftülük sorununu anlattığı 2011’den kalma bir makalesini okudum. Yazının bir yerinde yeni vakıflar yasası bahanesiyle müftülükte yapılan toplantılar, siyasî rakipleri tarafından dönemin iki azınlık milletvekiliyle hesaplaşmak için kullanıldı diye yazıyordu. Hayret ettim. Doğru tespit. Ben de aynı görüşteyim. Ama Sirigos bunu nereden biliyordu? Haydi ben oradaydım ve kendi gözlerimle gördüm. Ama Sirigos? Besbelli istihbaratın ve dışişlerinin raporlarından okudu, başka nereden olacak. Demek ki onlar da aynı tespiti yapmışlar. Ama bu tespit böyle durumlarda her zaman olduğu gibi Azınlıkta kayda geçmemiştir. Onun için tekrar edip duruyorum, bizim Azınlığın Derin Devlet eliyle yazılmış tarihine inanmayacaksınız. Haydi o zaman fırsattan istifade o olayı kayda ben geçireyim. Nitekim Gümülcine Müftülüğündeki ilk Yüksek Kurul toplantıları dönemin iki milletvekili Hasan İmamoğlu ve Celal Zeybek ile sanki hesaplaşmak için yapılmıştı. Hasan Hatipoğlu, İmamoğlu ile; Mehmet Emin Aga ve onun fedaisi müftülük kâtibi Ahmet Faikoğlu, Zeybek ile hesaplaşıyordu.
İlk toplantıda iki milletvekili yeni vakıflar yasası yüzünden “hain” ilan edilmiş ve bundan sonraki toplantılara davet edilmeme cezasına çarptırılmıştı. Böyle “hain, Yönetimin adamı, Yunan ajanı” gibi kocaman suçlamalar gördünüz mü, orada Koca Kapı’nın –MİT’in parmağını arayınız, yanılmayacaksınız. Ben diğer toplantılarda hazır bulundum ve bunların birinde Aga’nın fedaisi Ahmet Faikoğlu Celal Zeybek’e sandalyeyle saldırdı, araya girip önlemeseler hem de kafasına patlatacak. Hasan İmamoğlu kavga yatıştıktan sonra Faikoğlu’na dönüp “Celal’a tabancasını çektirip göbeğini deldirmek mi istiyorsun?” diye çıkışıyordu. Tam bir “Vahşi Batı”. Canım her toplantı böyle ateşli geçmiyordu. O toplantıda “Bu iki haine derslerini verin!” talimatı çıkmıştı, onun için. Hasan Hatipoğlu, İmamoğlu’nu terbiye ediyordu, ama Hasan abimiz asla nezaketi elden bırakmazdı. Mehmet Emin Aga ise yapısına daha uygun düştüğü için Ahmet Faikoğlu eliyle Celal’e orman kanununu uygulamaya kalkmıştı. Daha sonra bu hareketler siyasî literatürde “linç girişimi” adını aldı.
Bu linç girişimine daha sonra hedef olan milletvekilleri arasında İlhan Ahmet, ondan sonra Mustafa Mustafa ve Ayhan Karayusuf vardır. (İlhan, kendisi daha önce o deneyimden geçtiği için Mustafa ve Ayhan aleyhinde sözde soykırımı tanıdılar diye kampanya başlayınca, iki meslektaşı ile kararlı bir dayanışma içine girmekten ve onlar yüzünden Koca Kapı’yla çatışmaktan çekinmemiştir. Halit Eren’in talimatıyla başlayan İlhan aleyhindeki linç hikâyesini ileride ayrıca anlatacağım. Zira bu olay da kayda geçmemiştir.)
Celal Zeybek’e dönelim. Celal, Gümülcine Müftülüğüne Takım’dan birinin veya Takım’ın etkisi altındaki birinin geçmesini asla istemezdi. Hafız Yaşar da aynı görüşteydi. “Bunlar Müftülüğü de ellerine geçirirlerse bizi darağacına götürürler.” diyordu bana.
Hafız Cemali anlatıyor. İskeçe Müftülüğündeki Yüksek Kurul toplantısında oluşturulup ta Kozlukepir’e Hafız Cemali’yi müftü naipliğinden istifaya davet etmek üzere evinde ziyaret eden heyetin birinde Celal Zeybek te vardır. Görüşme bittikten sonra Hafız Cemali misafirlerini yol kapıya kadar geçirir. Celal ile ikisi biraz geride kalırlar ve Celal onun kulağına eğilerek diğer turkofonlar anlamasın diye Pomakça şunu fısıldar: “Sana içeride ne dediğimizi unut. Otur kıçının üstüne ve sakın istifa edeyim deme! Sakın ha!”
10/1/2020
Devamı yarın
İbram Onsunoğlu
DİĞER BÖLÜMLER
Azınlıkça'yı Google Haberlerde takip et
Azınlıkça'yı Facebook'ta takip et
Azınlıkça'yı Twitter'da takip et